Öğretmenliğe başladığım ilk yıllarda çok çalışarak, her yeni gün bildiğim yöntem ve tekniklere yenilerini katarak, üreterek, işi kendimle yarışa dökerek, düzenli çalışarak, günlük plan defterine harika planlar yazıp müdürüme okulun tüm öğretmenlerinden önce imzalatarak ve çok çabalayarak ne kadar başarılı bir öğretmen olduğumu geceleri kendi kulağıma fısıldayıp bitiriyordum günlerimi.
Kulağıma fısıldamamdan kime neydi? Bu sayede kendi iç motivasyonumu artırıyordum. aradan geçen bir yılın ardından minik fısıltımı bir adım ileri taşıyıp sese dökmüştüm, aynı ilçede çalışan benzer yaştaki öğretmenlerin arasında biraz da onları kızdırmak için, Ortadoğu ve Balkanlar’ın en iyi öğretmeni geldi, varsa bilmedikleriniz anlatayım, diyerek kendi muhteşem Müjdat İmparatorluğu’mu genişletmeye başlamıştım. Gün geçtikçe büyüyen imparatorluğum en büyük tehdidini sınır komşularından alıyordu. Kim miydi onlar? “Meslekteki otuzuncu yılım. Kralını tanımam, hey sen toy çocuk!” diyen öğretmenler. Otuz yıllık deneyimle başlayan cümleler altında ezilmekten başka şansım yoktu. Büyük İskender bile emekli öğretmen Neriman Hanım’ın Anadolu Lisesi sınavlarına kazandırdığı öğrenci oranı ile baş edememişti. Fatih, karadan gemileri geçirdikten sonra karşılaştığı Bizanslı Müzeyyen Öğretmenin, “Gemileri geçirirken ivmeyi hesaba kattın mı?” seslenişinin ardından uzun süre kendine gelememişti. Ben bu büyük “tecrübe imparatorluğu” ile baş edemeyeceğimi anladığımda taktik değiştirip devlete bağlı bir okuldan istifa edip özel sektörde çalışma kararı aldım. Direnişi başka alana kaydırmak imparatorluğumun yaşaması için şarttı.
Düşünsenize otuz yıldır bu işi yapıyordu, tabii ki sizden daha çok şey bilecekti, tabii ki bu deneyimle sizi otuza katlayacak, dörde bölecek, üç çıkaracak, on ekleyecek ve aklınızda tuttuğunuz o minicik sayıyı da hemen bulacaktı. “Yirmi beş yıllık öğretmenim,…” başına deneyimin konulduğu, örtük mesajlı cümleyi ne zaman duysam aynı korkuyu yaşardım. Bu durum üstten bakışın, karşısındakini hiç görmemenin başka bir yorumuydu bana göre.
Dinlediğim bir anekdotla korkumu biraz yenmiştim. Bir okula çalışmak için iki aday öğretmen başvurmuş. Biri yirmi yıllık deneyime sahipken diğeri sadece öğretmenliğinin ikinci yılındaymış. Okul yönetimi her iki adayla da görüşmüş. Baş yönetici iki yıllık öğretmeni tercih edince, yardımcılarından biri doğal olarak daha deneyimli olan öğretmenin neden tercih edilmediğini sormuş. Baş yönetici yanıtlamış: “Yirmi yıl deneyim gibi görünüyor ama yirmi yıl boyunca kendini tekrar eden bir döngü.” Bu basit anekdot deneyimin her zaman geçer akçe olmadığını göstermişti. Peki, deneyim öcü müydü, hep ezer miydi, hep olumsuzu mu görürdü? Eski bilişsel örüntüleri aşmak çok mu zordu?
Özel okulda çalışmaya başladığım ilk yılda, mesleğinde çeyrek asrı doldurmuş öğretmen korkum devam ediyordu. Üstten bakan, görüşlerinizi önemsemeyen, yenilikten kaçan, her şeyi kendilerinin bildiğini düşünen öğretmenlerle çalışmaktan korkmam gayet doğaldı. Meslekte dördüncü yılıma girecektim, tam da o dönemde adını özellikle anmak istediğim Kudret, Mübeccel ve Kıymetlime rastladım. Bir zamanların efsane öğretmenleriydi, emekli olmuş ve özel okulda çalışmaya başlamışlardı. Onları tanıdığımda benim imparatorluğun tüm altın, gümüş, bronz anahtarlarını onlara teslim ettim. Bu üçlü, tanıştığımız ilk günden son güne kadar meslekteki yıl sayaçlarını bir ön ünvan olarak kullanmadı, deneyimlerini baskı aracı olarak değil bir omuz verme olarak kullanıma açtılar ve bunu da tamamen benim özgür irademe bıraktılar. Daha önemlisi başarılarımda haset haset kollarını birleştirip gözlerini belerterek bakmak yerine ilk alkışlayan oldular. Beni öyle güzel dinlediler ki onları dinlememek olanaksız oldu. Onlar benim gururumdu ve ne çok şey bildiğimi düşünürken ne çok şey öğrenebileceğimi bana gösterdiler.
Yollar ayrıldı, başka okulların başka sınıflarında öğretmenliğe devam ederken öğretmen eğitimlerine başladım. İçimde geçmişten kalan zararlı cemiyetler böylece tetiklenmeye başlamıştı, özellikle Anadolu Harika Baş Muallim Cemiyeti beni dürtmeye başladı. Öğretmen eğitimlerinde ben, külliyatı yemiş yutmuş Nirvana’ya doğru emin adımlarla ilerliyordum. Eğitim budur dediğimde karşıdan, budur sesi yankılanarak geliyordu. Ne çok şey bildiğimi düşündüğüm yıllar gelmişti. Ben de artık cümleye başlarken “bunca yıllık eğitim hayatımda” girişi ile başlayan cümleler kurabilir ve karşımdaki deneyimsiz öğretmenlere “böö!” yapabilirdim eğer her gün yeniden öğrendiğimi fark etmeseydim.
Öğretmen eğitimlerinin birinde çiçeği burnunda bir öğretmen, atölyede herkesin benimle hemfikir olduğu bir konuda başka bir şey söylemişti. Hemen, olmaz, deyip kesip atmıştık. Bir sonraki derse öğretmenimiz elinde bilimsel araştırmalarla ve uygulama örnekleri ile gelmişti. Hepimizin olmaz dediği, kesin bildiğimiz şeyler uçup gitmişti. Eski bilişsel örüntüler bariyerine takılmıştık yine. Yaşam tam da böyle bir şey aslında, ne çok biliyorum dediğiniz anda size aslında ne az şey bildiğinizi gösteriyor.
Herkesten öğrenecek bir şeylerin olduğuna inanmaya başladığımızda dinlemeye başlıyorsunuz. Dinlemeye başlamak ise öğrenmeyi de peşinde getiriyor. Ben cümlelerimi bitirirken sizleri dinlemeye başlayacağıma inanıyorum ve sizleri dinledikçe de yeni şeyler öğreneceğime.
Dünyayı emek verdiğimiz çocuklar güzelleştirecek…
Müjdat Ataman
Okul Müdürü
www.mujdatataman.com
[email protected]