Ah, Bir Istakoz Olsam!

Eğitim öğretim hayatına başlayacak çocukları olan bir anne ve babanın tek amacı, çocukları için “doğru” okulu ya da “iyi” öğretmeni bulabilmektir. Doğal ve haklı olarak, çocuklarının eğitim hayatının doğru dokunuşlarla başlamasını ve öyle sürmesini dilerler. Bir örnek, hayali ailemiz olsun ve diyelim ki uzun araştırma ve düşünmelerin ardından, artısıyla eksisiyle çocukları için ideal okulu veya öğretmeni seçtiler. Dolayısıyla artık hem öğrenci hem de ebeveyn olarak eğitim sisteminin bir parçası olmaya hazırlar.

Birinci sınıfa başlayan öğrencilerin anne ve babalarından genellikle duyduğum şu cümleler üzerinden ilk görüşmeler yapılır: “Hocam, çocuğumuz okulda mutlu olsun, okuluna ve arkadaşlarına alışsın, sizi sevsin, yeter. Biz akademik başarıyı önemseyen bir aile değiliz. Bizim için önemli olan mutlu olması.” Hımm, demek ki bu ailemiz, sosyal gelişimi, akademik gelişimden daha önemli görüyor. Bu bakış açısı, gelişmiş birçok ülke tarafından alınan bir “kabul” durumunda ancak bu durum ülkemiz için ne kadar geçerli? Tartışılır.

Şimdi geleceğe gidelim, yani 3-4 yıl sonrasına. Aynı ailemiz “Hocam, notları çok düşük. Ödevlerini yapmak istemiyor. Ders çalışmaya oturması için hep biz hatırlatma yapıyoruz. Belli etmiyor ama aslında notları için üzülüyor. Matematiği sanki biraz düşük hocam.” vb cümleler kuruyor.

Peki, aileleri birkaç yıllık sürede A noktasından B noktasına getiren şey ne?

Başka birçok sebep sıralanabilir ancak şu üçlünün çok etkili olduğunu düşünüyorum:

  1. Ülkemizdeki eğitim ve öğretimin sınavlara dayalı olması

2.Hayat başarısını akademik başarı olarak gören sosyal çevrenin baskısı

3.Çocukların ihtiyaçlarının anlaşılamaması

1.Ülkemizdeki eğitim öğretim merkezi sınavlara dayalı olarak ilerler. Öğrenciler iyi bir okula girmek için sınavlardan yüksek bir puan almalı ve sıralamalarda üst basamaklara yerleşmelidir. Çünkü iyi bir ortaokul, iyi bir liseyi; iyi bir lise de iyi bir üniversiteyi, bölümü kazanma şansını artırır. Bu da tüm aileler için gözbebekleri olan çocuklarının “iyi yerlere gelmesinin” göstergelerinden biridir.

2.Sosyal çevre genelde şöyle cereyan eder: Kapı komşuları, kuzenler, farklı okuldaki arkadaşlar, okumaya sizin çocuğunuzdan önce başlamıştır veya çarpmayı sizin çocuğunuzdan önce öğrenmiştir. Bu örnekler birkaç defadan fazla yaşanırsa aileler endişelenmeye başlar: Okul mu geç öğretiyor, Meb müfredatını uygulamıyor mu, bizim çocuğumuz mu öğrenemiyor?..

Bu endişelerin sonlandırılması için öğretmenle görüşme yapılması en doğru çözüm olacaktır.

3.İnsan ihtiyaçları doğrultusunda yaşayan bir varlık. En özet haliyle, insan ihtiyaçları karşılandıkça mutlu. Abraham Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi”ni duymuşuzdur. İnsanların ihtiyaçlarını temelde 5 basamak altında toplar ve en üste ulaşılabilmesi için en alttaki basamakların teker teker gerçekleştirilmesi gerektiğini söyler.

A noktasından B noktasına geliş hikayesinde, birinci sınıfa yeni başlayan çocukların aileleri genelde sosyal ihtiyaçların karşılanması gerektiğini düşünüyor ve üst basamakların da bizlerin ihtiyacı olduğunu göremeyebiliyor. İlkokulun ilk yıllarını mutlu geçiren çocuk, mutsuz, gergin olmaya, çatışmalar yaşamaya başlayabiliyor. Çünkü artık arkadaşlarına alışan, öğretmenini seven çocuğun başka şeyler yapması gerekiyor: Ödevlerini yapmak, arkadaşlık ilişkilerindeki çatışmaları yönetmek, sınavlara girmek ve sınavlardan -kendi bakış açısına göre- iyi puanlar almak… Sosyal ihtiyacı karşılanan çocuk, bir üst basamağa geçiyor, kültürümüzdeki diğer bir deyişle büyüyor; başarmak istiyor, görülmek, fark edilmek istiyor. Ülkemizdeki birçok okulda da çocuğun görülmesi “akademik” işaretler üzerinden okunuyor. Bu yüzden de aileler notlar üzerinden çocuklarını gözlemlemeye başlıyor, öğretmenlerle olan iletişimlerini notlar üzerinden kuruyor.

Peki, biz öğretmenler bu değişim sürecinde ailelere ve kendimize nasıl bir yaklaşımla destek olalım?

–İlkokulun başlangıcındaki anne ve babaların kaygılarını anladığımızı onlara hissettirmek, “mutluluk” endişesinin sebeplerini sormak ve öğrencinin ana okulu geçmişinin detaylarını öğrenmek.

–Mutluluktan başarıya geçişin, kendini gerçekleştirme ihtiyacımız düşünüldüğünde, doğal ve gerekli olduğunu anlatmak. İhtiyaçlarımız değişkendir. İlkokula başlayan tüm çocukların arkadaşları tarafından sevilmesi, öğretmeni ile pozitif bir iletişim kurması önceliklidir. Ancak bu ihtiyaç giderildikten sonra, çocuğun “başarılı olma” ihtiyacı er ya da geç ortaya çıkacaktır.

–Öğrencilerin sosyal-akademik gelişim dengesini takip etmek, bu dengenin bozulduğunu düşündüğünüz dönemlerde aile ile iletişime geçmek. Ülkemizde genelde ilkokulda sosyal gelişim, ortaokulda da akademik gelişim önemlidir düşüncesi hakimdir. Halbuki her dönemde, o döneme ait ve gerekli olan hem akademik hem de sosyal gelişim eş zamanlı takip edilmelidir.

–Aileler ile dönemde bir kez veya daha fazla görüşmeler yapmak ve öğrencilerin akademik durumları hakkında net bilgiler vermek. Eğer öğrenciler istenilen kazanımların altında ya da üzerindeyse, bu detayları da paylaşmak.

-Öğrencilerin özellikle akademik durumlarını özetlerken, bir başarı düşüklüğü söz konusuysa, üzüntümüzü ve kırılan öğretmenlik gururumuzu bir kenara bırakmak. Genelde başarı hikayelerini anlatmak hepimiz için daha kolaydır. Öğrencilerin düşük notlarını veya derse hiç katılım göstermediğini söylemek bizi duygusal olarak zorlayabilir. Ama ailenin her zaman bilgi alma hakkı olduğunu kendimize hatırlatmak, duyguyu yönetmemize yardımcı olabilir.

Ebeveynlerin ve biz eğitimcilerin öncelikli isteği tüm çocuklarımızın mutlu ve güvenli ortamlarda bulunması elbette. Ama bazen çocuklarımızın mutsuzluğu da, gerginliği de yaşaması gerekir. Hepimize ilham vereceğini düşündüğüm ıstakoz hikayesini buraya bırakıyor ve büyümekte “ıstakoz gibi” olalım diyorum.

Nergis MUTLU ORUÇ

Sınıf Öğretmeni